İş Geliştirme, İhracat ve Mega Projeler Müdürü olduğunuz Dempar, bir parke firması. Doğal malzemelerin kullanımına öncelik veren ve çoğunlukla ham madde olarak ahşap kullanan bir firmada teknoloji ilerledikçe ne gibi yenilikler yapılıyor? Parke denilince çoğumuz kısıtlı bir kullanım alanı düşünüyoruz fakat bu sektörün daha geniş bir iş alanı olduğunu söyleyebilir misiniz?
Şimdi tabii ki bir parke firmasıyız. Doğal malzeme olarak ahşap kullanıyoruz. Yani tamamen doğal ahşap dediğimiz endüstriyel ormanlarda yetişmiş ağaçlar kullanıyoruz. Değişik ağaç çeşitleri var ama her ağaçtan parke olmuyor.
Birincisi çapı en az 80-90 santim olması lazım. İkincisi belli bir Newton/milimetreye düşen dirence sahip olması gerekir. Tabii ki ahşap malzemelerde teknoloji hızlı ilerliyor. Ahşabın tarihine bakarsak teknolojisinin nasıl geliştiğini anlayabiliriz. Mısırlılara kadar varan zamanlarda evlerde çok eski tahta latalar bulunmuş. Fakat tahtanın en çok kullanıldığı yeri siz de tahmin ediyorsunuzdur: ilk parkelerin de kullanıldığı yapılar olan gemiler.
Düşünürseniz ahşabın gelişim süreci kayıklardan ve gemilerden geliyor. Ancak Avrupa, endüstri devrimi ile yeniden tahtayı alıp keşfettiği zaman bir şeyi fark ediyor. Tek bir ağaç, tek bir tahta çok fazla dirençli değil. Kırılabiliyor, bozulabiliyor veya deforme olabiliyor. Neme karşı dayanıksız oluyor. Bu durumda farklı bir teknoloji arayışına giriyorlar. İlk buhar devrimi zamanında diyorlar ki; tahtalara buhar verelim ve içerisindeki nemi alalım. Daha sonrasında bu tahtaları daha da inceltiyorlar.
Bunların ardından ağacın anatomisini keşfediyorlar. Aslında içerisinde uzun uzun tüplerden oluşan milyarlarca lif var. Bu tüpleri ağacın yerden aldığı nemi yapraklara kadar ulaştırmak için kullandığı bir tünel sistemi veya mağara sistemi diye tasvir edebiliriz. Böylece ağacın lifinin dik olduğu ve ağacın lifinin yatay olduğu değişik katmanlarla deneyler yapmaya başlamışlar.
Ardından bu katmanları birbirlerine çapraz yapıştırdıkları zaman çok daha kuvvetli, dayanıklı ve uzun ömürlü ürünler elde ettiklerini görmüşler ve bu ürünlerle gemiler, tekneler yapmaya geçmişler. Sonrasında birinin aklına bu dayanıklı malzemeden köprüler yapabiliriz. Biz hep taş köprü yapıyoruz. Ahşaptan da yapıyoruz ama çaprazlanmış dayanıklı (lamine edilmiş) ahşapları üst üste koyarak köprü yapabilir miyiz? demişler.
Diyelim ki iki santim kalınlığında sokrasına (iki ağacın uç uca gelmesiyle oluşan aralık), ahşapları üst üste presliyorsunuz, yapıştırıyorsunuz ve ondan sonra ondan bir kalas elde ediyorsunuz. O kalası köprüde kullanıyorsunuz. İkinci Dünya Savaşında çok ilginç bir şekilde uçakların tüm kanatları lamine edilmiş ahşaptan yapılmaya başlanmış uçak kanadı. Endüstri devrimiyle uçaklar metalden yapılmaya başlandı ama en başta Birinci Dünya Savaşındaki tüm o tahta yapılar kullanıldı ve İkinci Dünya Savaşında da bunları görüyoruz.
Teknoloji ilerledikçe parke kuvvet kazanıyor ve güçleniyor. Peki, zemine koyduğun bir ahşap parkeyi aslında teknolojiyle nasıl bütünleştirebilirsin? Bu soru tabii ki insanın hep aklına takılıyor. Müşterilerin talebi gittikçe yükseliyor ama aynı zamanda da kalite ihtiyacı da gittikçe yükseliyor. Herkesin ulaşabildiği bir parkeyle daha sonradan acaba daha nitelikli, daha kaliteli, daha dayanıklı parkeler ne olabilir? Mesela Amerika’yı farz edelim, Amerika için kaliteli parke en az 22 buçuk santim kalın lamine edilmiş aynı zamanda da sert ağaçtan imal edilmiş, kenarları derz açılmış ve tamamen yüzeyi yağlanmış dediğimiz bir ürün.
Fakat Avrupa’ya dönüp bakıyorsunuz orada parke başka bir manaya geliyor. Avrupa için parke light olmalı deniyor. Daha kullanışlı olmalı deniyor. Açık renkli ağaçlardan imal ediliyor ve buradan üretirken uzun vadeli üretiyor. Mesela Rusya’ya bakıyorsunuz Rusya’da bizim anladığımız tarzda bir parke yok. Ruslar yine lata tarzında parkeler kullanıyorlar. Saint Petersburg’da veya Moskova’daki saraylarda desenli, çiçekli veya böcekli parkeler var mesela bunlar kullanılıyor. Arap kültüründe ise parke hiç bilinmiyor; çünkü Araplar için ağaç çok sıcak bir malzeme zaten ister istemez yaşadıkları bölge inanılmaz sıcak. Daha sonra Uzak Doğu’ya bakıyorsunuz tamamen parkeler light yani çok hafif, evleri kağıt duvarlardan ve aynı zamanda zemini de incecik ağaçlardan oluşuyor. Bu noktada şiddetli depremlerde yıkılmıyor.
Amerikalılar diyorlar ki biz tamamen masif, kuvvetli ve sağlam ağaçlar istiyoruz ama uzun ömürlü olmasını istiyoruz. Ağacın ömrünü uzatacak olan bir işlem oluyor, biz buna fumigasyon işlemi diyoruz. Fumigasyon işlemiyle ağacı öldürüyorsunuz. Daha sonra ısıtıyorsunuz ve içerisindeki bütün karbonuna kadar ayırıyorsunuz.
Mesela Orta Doğu, sıcak bölge hiç tercih etmiyor dediğimiz ülkelere altında soğutma sistemi olan parkeler yapıyorsunuz, üretiyorsunuz. Altından aslında soğutma sistemi geçiyor. Böylece insan yere bastığı zaman aynı mermere basmış gibi aynı zamanda da ahşabın üzerinde geziyor. Taşın üzerinde sürekli gezmek bir müddet sonra diz eklemlerini etkiliyor. Hem aynı zamanda da sağlığa zararlı. Ne kadar sıcak bir memleket olursa olsun ayağını sürekli taşa basıyorsanız yerden soğuk alırsınız. Ahşap bunu önlemiş olur. Uzak Doğu ise onlara da light parke dediğimiz daha böyle ince parkeler üretebiliyorsunuz. Tabi burada bir de işin içine cila giriyor. Çünkü dünya gittikçe artık yeşilleniyor, sürdürülebilir olmak istiyor. Bu sefer parkenin üzerine koyacağınız cilada da teknolojiler gelişiyor.
Avrupa Birliği ve Amerika’nın standartları vardı. Deniyordu ki, bir metreküp ahşapta 127 miligram formaldehit salımı olmalı. Kabul edilebilir bir seviye, ancak kanserojen bir madde olduğu bilinir. Bu nedenle, bu konuda bir cilalama işlemi gereklidir. Laboratuvardan bu testi alıyorsunuz, ama şimdi sıfır istiyorlar. Yani hiçbir formaldehit salımı olmayacak şekilde. Bunun için teknolojinin gelişmesiyle birlikte farklı yenilikler ortaya çıkıyor.
Parke, sadece evlerde zemin kaplaması olarak düşünülmüyor, tam tersine, duvarlar, yatlar, tekneler gibi farklı alanlarda da kullanılabiliyor. İnsanların aklına gelen ilk soru, suya ne kadar dayanıklı olduğu oluyor. Banyo, tuvalet, mutfak gibi nemli ortamlarda bile kullanılabiliyor. Bu teknolojinin gelişmesiyle, parke tabakalar halinde bir araya getirilerek üretilen laminat parke tercih ediliyor. Sektör oldukça geniş bir kullanım alanına sahip.
Parkelerin kullanım alanları farklı ağaç türlerine göre değişiklik gösterir. Afrika’da yetişen Iroko, Bubinga, Sapelli gibi yağlı ağaçlar özellikle teknelerde ve dış mekanlarda tercih edilir. Termo işleminden geçirilen ağaçlar da saunalarda sıklıkla kullanılır. Bunlar, dış görünüşü ahşap olan ancak boş iç kısmıyla dikkat çeken özel ağaç türleridir. Örneğin, Bubinga ağacı, eskiden Mercedes’lerin iç kaplamalarında kullanılırdı. Ancak şimdi kesimi yasak olan bu ağaçlar neredeyse yok olma noktasına gelmiştir.
Örneğin ağacı aldığınız ülkeden deniz yoluyla getirirken nem aldığı için çıkış limanında belirtilen ağırlıktan farklı bir ağırlıkla ülkemize ağacı getirmiş oluyorsunuz, gümrükte bu sorun olabiliyor. Bu durumu nasıl çözüyorsunuz?
%100 doğru. Biz mesela Gabon’dan kendimiz gemilerle ağaç getiriyorduk eskiden. Afrika’dan o zaman ağaç ithalatını izleme, yani izin verme varken şöyle oluyordu. Şimdi, orada gemiye yüklenmeden önce hepsi tartılıyor. Gemiye yükleniyor, limandan çıkıyor. Diyelim ki 50.000 metreküp ağaç dolaşıyor, geliyor Cebelitarık Boğazı’na oradan Akdeniz’e geliyor. Akdeniz’den tekrar yola çıkarak Ege Denizi’ne geliyor. Ege Denizi’nden de son durağı İstanbul’a geliyor diyelim. Gebze’de veya bir limana yanaşıyor.
Orada indiriyorsunuz, indirirken tabii bir daha tartılıyor. Ama bu kadar yolculuk, okyanus etkisiyle ağaçlar nem alıyor. Bu durumda, bir daha ölçtüğünüzde ağaçların ağırlığında nereden baksanız %10 gibi bir artış oluyor. Bu çok önemli bir durum.
Verimliliği düşüren bir durum. Çünkü biz nemli ağaç istemeyiz. Ağacın normal nemi her zaman %40 ila 60 arasındadır. Fakat şu an zeminde kullandığımız parkelerin nemi %7’dir. Yani bir ağacın nemi ne kadar yüksekse, biz onu o kadar uzun zamanda %7’ye indirebiliriz. Bu yüzden, bu istenmeyen bir durum ve bunu önlemek için artık kereste almıyoruz.
Mesela bazen kütükler görüyorum, 2 metre çapında. Benim fotoğraflarım var yanında. Kütüğün yanında dururken, kerestenin boyu benden en az 1 metre daha uzun. Ağacın çapı korkunç boyutlarda ve bir tane ağacı kesmek için bazen vinçler gerekiyordu. Bu bir dezavantaj çünkü parkeye çevirmek çok uzun süre alıyor. Bunu önlemek için artık kereste alıyoruz. Yani direkt kereste kesilmiş, buna lata deniyor. Zaten o lataları aldığınız zaman onları hem kurutmak daha kolay hem de bu etkiler için artık gemiler güncellendi. Gemilerde artık belli önlemler alınıyor. Üzerlerinde kapaklar kapanıyor veya belli koruma yöntemleri var. Bu korumalarla geldiği zaman o nem farkını önlemiş oluyorsunuz.
Dünyada laminat parke üretiminde ilk beşteyiz, lamine parkede durumumuz nasıl?
Şimdi laminat parke konusunda Türkiye maalesef çok başarılı değil, bunu söyleyebilirim. Çünkü biz lamine parke için kullanılacak ağaçların yetiştiği bir ülke değiliz. Lamine parkeler için belli bir Newton/milimetre kareye güç kabul eden ve ezilme olmayan ağaçlar lazım. Fakat Türkiye’de böyle ağaçlar yetişmiyor. Türkiye’de, Çanakkale’de, Karadeniz’de ve Ege’de güzel ağaçlarımız var ama bunlar parke yapımı için uygun değil. Parke yapılacak ağaçlar Balkanlar’da bulunur. Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Romanya ve Polonya gibi ülkelerden başlayarak yukarı doğru gider. Ukrayna, Rusya ve Baltık ülkeleri de bu alanda yoğunlaşmıştır.
Bu bölgeler neden parke için tercih edilir? Çünkü bu ülkelerin kültürü, ağaçları kesip işlemeleri gerektiğini fark etti. Bir sürü şey ürettiler, uçaklar, köprüler, gemiler, aynı zamanda parke de ürettiler. Bu bilinç 70 yıl önce oluştu. Finlandiya gibi ülkeler her yıl orman alanını büyütürken biz Türkiye’de de büyütüyoruz ama endüstriyel ormanları büyütemiyoruz. Endüstriyel ormanlar, ağaçları hem parke yapımı hem de diğer kullanımlar için sağlar. Türkiye’de bu durum yok. Ormanlarla dolu bir ülkeyiz ama endüstriyel orman yok.
Türkiye’de üç büyük parke fabrikası var ve bu üretimi yapan Dempar Parquet olarak biri biziz. Bu fabrikaların en büyük sorunu tedarik zinciri. Fabrikalar Türkiye’de ama hammadde burada değil. Ham maddeyi nereden almalısınız? En verimli ve maliyet açısından en uygun yerler Bulgaristan, Sırbistan ve Hırvatistan gibi yakın ülkelerdir. Bu ülkelerden malzeme alırken ithalat süreci var. Bu Avrupa Birliği içinde bir işlem, biz Türkiye’yiz, alıyoruz ve kullanabiliyoruz. Ancak her geçen sene ağaç ithalatı ve miktarı zorlaşıyor. Bu son 20 yıldır devam ediyor ve bu ülkeler Türkiye’ye olan ihracatlarını azaltmaya başlıyorlar. Çünkü Türkiye’de sadece üç fabrika varken Avrupa’da 40 fabrika var. Pazarı üç fabrika için mi yoksa 40 fabrika için mi riske mi atarsınız?
Bu yüzden fabrikalar Türkiye’den uzaklaşmaya başlıyor ve her sene Türkiye’ye ayırdıkları kapasite düşmeye başlıyor. Evet, laminat parke üretebiliriz ve çok ileri bir teknolojiyiz ancak bu sebeplerden dolayı Türkiye’de lamine parke henüz hak ettiği yere ulaşmadı. Bu büyümenin gerçekleşmesi için belirli şartların yerine getirilmesi gerekiyor. Belki fabrikaların bahsettiğim bölgelere taşınması veya Türkiye’de daha uzun vadeli, daha farklı ve daha inovatif parke çözümlerine gitmemiz gerekiyor.
İthal ediyoruz demiştiniz. Dahilde işleme rejimiyle maliyet anlamında daha çözülebilir hale getirilemez mi?
Evet, dahilde işleme rejimi, özellikle mobilyacılar gibi sektörlerde oldukça yaygın olarak kullanılıyor. Eskiden yurt dışından MDF gibi ürünler getirilirdi, ancak artık bu tür ürünlerin ithalatı azalmış durumda. Her fabrikanın bir kapasite raporu vardır ve bu raporda kullanılan girdiler ve elde edilen çıktılar bulunur. Dahilde işleme rejimiyle ilgili en büyük sıkıntı ve ihtilaf genellikle bu girdi ve çıktı verileri arasında Excel tablolarının oluşturulmasıyla ilgilidir. Lamineciler olarak kapasitelerimiz genellikle yüzde elli veya altmışın üzerine çıkamaz. Bunun birkaç nedeni vardır, dönemsel etkiler, krizler ve ciddi rekabet gibi. Dahilde işleme rejimi, ürünleri tekrar ihraç etmek için mükemmel bir fırsat sunar ancak pazarın sürekli küçülmesi gibi durumlarda etkili olmayabilir. Örneğin, pandemi döneminde Avrupa’da fabrikalar durdu ve işçiler çalışamadı, bu da Türkiye gibi krizlerle mücadele eden bir ülke için zorlu bir durum oluşturdu. Yaptığımız araştırmalardan ve görüşmelerden sonra, dahilde işleme rejiminin bize verimli olmayabileceğine karar verdik ve bu sistemi kullanmıyoruz.
İş geliştirme müdürü firmaya ne gibi katkılarda bulunur, bunun için herhangi bir eğitim almak gerekir mi? Bu pozisyonda başarılı olmak için ne gibi yeteneklere sahip olunması beklenir?
Aslında iş geliştirme, dış iş geliştirme ve iç iş geliştirme olarak ikiye ayrılıyor. Bu ikisinin yer aldığı tek kapsama iş geliştirme diyoruz. Dış iş geliştirme yani paydaşlarımızla olan satışlarımızı arttırma veya teknoloji transferi sağlıyorsanız, burada yapacağınız iş birliklerini içeriyor. Pazarınızı büyütme, pazarınıza yeni pazarlar katma, alternatifler oluşturma, verimsiz olan pazarları çıkartmayı sağlıyor. İç iş geliştirme ise kendi bünyeniz ve paydaşlarınız bünyesi içerisindeki fabrikanın, işletmelerin, tesislerin içerisindeki işin geliştirilmesi için yapılan çalışmalar. Bunlara günümüzde verimlilik uzmanları da deniyor. Fakat iş geliştirme yapabilmek için bence herkesin mutlaka proje yönetimi eğitimi alması gerekiyor.
Bu eğitimi almadan iş geliştirmeci olmak kolay değil. Bir de iş geliştirme ve proje yönetim departmanında çalışmak için en az 2-3 yıllık tecrübe gerektiriyor. Ben bir proje yönetim sertifikası aldım. Bu sertifikayı İngilizce olarak 6 ayda alabiliyorsunuz. Daha sonra bununla ilgili etkili iletişim kursları aldım. Çok iyi İngilizce bilmenin yanı sıra Almanca ve Fransızca da konuşuyorum. Ayrıca müzakere tekniklerini biliyorum. Bu eğitimleri alıyorsunuz. Finansal bilginiz zaten var ise ürünü çok iyi tanımanız lazım. Fabrikada en az bir kere çalışmış olmalısınız ki bu ürünü çok iyi bir şekilde nasıl geliştirebileceğinizin yönlerini keşfedebilmenizi sağlayacak yeteneklere sahip olun. Bunun yanında tabii ki seyahat kısıtlılığımız olmamalı. Çünkü bir iş geliştirmeci için bize de zaman zaman telefonlar geliyor. Yeni bir teknoloji çıktığında bunu hemen yerinde görmek istiyorsanız yurt dışına atlayıp gideceksiniz, bu bir ihtiyaçtır. Bunun dışında tabii ki iş geliştirmecilerin böyle 9-5 dediğimiz gibi bir mesai anlayışı yoktur. Çünkü zaten çok fazla iç ve dış tarafla uğraştığımız için mesai dışında da zamanımızın yüzde sekseni araştırma ile geçer.
Bunun yanında sosyal yeteneğinizin yüksek olması, insan ilişkilerinizin iyi olması da çok önemli. Bunun için üniversite zamanında kendini belli sosyal konularda geliştirebilmiş olmak büyük önem taşıyor. Bu sosyal bir iş olduğu için birçok insanla ve birçok cihazla beraber çalıştırmayı gerekiyor. Bu yüzden çok iyi dijital yetkinliklerinizin olması ve bunlar sayesinde multi-tasking yani çoklu görevleri bir günde yapmak yerine şimdiki teknoloji olan yapay zekayı da içine katarak 5 dakikada yapabilmeniz lazım. Kulağa çok iddialı gelebilir ancak bunu yapabilirseniz işte o zaman rekabeti ve sürdürülebilirliği sağlıyor, işletmeye kar ve verimliliği getiriyorsunuz.
Ürettiğiniz parkeler için ağaç girdisini temin ederken lojistik, mevzuat ve uluslararası ambargolar konularında sorunlar yaşıyor musunuz? Ağaçlar sera gazı etkisini azalttığı için dünya tarafından önemli görülüyor, fabrika olarak bu durum sizi “yeşil enerji” gibi konularda nasıl bir konuma getiriyor? Örneğin ürünleriniz AB’ye giderken “sürdürülebilirlik” sıkıntıları olabiliyor mu?
Bizim ürünlerimizin AB’ye girmesinde sürdürülebilir olmadığı yönünde bir sıkıntı var. Çünkü eskiden Avrupa Birliği kendi içindeki tüketimi karşılamak için her ürünü kabul ediyordu. Ama artık günümüzde yeşil enerji, sürdürülebilirlik, iklim krizi ve sera etkisi gibi şeylere önem verdikleri için ülkelerine ürün satılacağı zaman mutlaka endüstriyel ormanlardan elde edilmiş ağaçlardan ve FSC belgeli belgesi olan satıcılardan alınmış ürünleri istiyor. Çünkü FSC bir zincir ve bu zincirde ağacın nereden geldiği, iyi bir ağaç olması, kaçak kesilmemesi, çocuk işçi kullanılması çok önemli hususlar var. O ağacın ekonomik ve endüstriyel ömrünü doldurduktan sonra mı kesilip kesilmediğini bu zincir sayesinde takip edebiliyorsunuz.
Bu ise bizi yeşil enerji tarafına getiriyor. Fabrikamız aslında kurulduğu günden itibaren yeşil bir fabrikaydı. Biz kendi içimizdeki ısı ihtiyacını elektrikle veyahut da doğal gazla elde etmiyoruz. Tamamen parkeyi işlerken çıkan tozları ve artık parçaları tekrar buhar kazanlarında yakarak onları ısı enerjisine geri çevirerek kullanıyoruz. Tabii bu daha sonradan yine güneş enerjisi panellerine döndü. Çünkü elektrik pahalandı ve başka çareniz yok. Eskiden forkliftler için LNG tankları kullanıyorduk. Onlar da artık bitti ve yerine doğalgaz geldi.
Bu arada değişik filtrasyon işlemlerine de gereklilik duyuldu. Mesela bir çevre belgeniz olmadan artık Avrupa’da ihracat yapmanız zaten mümkün değil. Ürettiğiniz her ürün için TSE laboratuvarlarından içerisinde hiçbir kimyasal içermediğine dair raporlarınız olmadan Avrupa’ya göndermeniz imkânsız. Yani aslında bizim ihracat pazarlarımız bizi bir şekilde yeşil olmaya zorluyor. Ambargo kısmına gelecek olursak mesela ithalat yaparken uluslararası ambargolarla karşılaştık. Rusya savaşı sırasında kullandığımız ağaçların büyük bir miktarını Ukrayna’dan alıyorduk. Bu yüzden inanılmaz derecede etkilendik ve şu an bu ambargodan dolayı Rusya’dan aldığımız ham maddeler ve ara mamulleri de alamıyoruz.
Bundan dolayı alternatif kaynaklar üretmek zorunda kaldık. Bahsettiğim savaşın öncesinde bir de pandemi yaşadık biliyorsunuz. O dönemde de lojistik ağları durdu ve konteyner getiremez olduk. Biz normalde Amerika, Kanada, Venezuela ve Arjantin’den de ithalat yapıyoruz. Normalde 1.200-1.300 dolara gelen bir konteyner için bize 14.000 $, 22.000 $ demeye başladılar. Bu da ayrı bir krize neden oldu. Bizim gibi fabrikaların en büyük özelliği parke üretim sürecinin çok uzun olması. Ondan dolayı da biz genellikle 3-4 yıllık stoklarla çalışırız. Ağaç işlemek bunu gerektiriyor. Her şeyi kendimiz yapıyoruz, kontrol ediyoruz, kendimiz üretiyoruz, kesiyoruz, kurutuyoruz, işliyoruz ve paketleyip ondan sonra satıyoruz. Bu işlem 6 ay sürüyor. 6 ay süren bir işlem için ne kadarlık stoka ihtiyacınız olur? Dünya 1.5 yıl pandemi geçirdi ama bizim stoklarımız bu süreçte bütün talebi karşılamaya yetti. Bunun gibi çözümler oluşturuyoruz. Stoklarımızı yüksek tutmak çok büyük maliyet gerektiriyor ama Türkiye gibi enflasyonun yüksek olduğu ülkelerde bu maliyet aslında sizin bir süre sonra kârınızın yükselmesine de neden oluyor açıkçası.
İhracat sürecinde ise ambargoya şimdiye kadar rastlamadık. Sadece zamanında Suudi Arabistan’la siyasi ilişkilerimiz iyiye gitmedi. Bu yüzden Suudi Arabistan’la yapmış olduğumuz birçok anlaşmanın iptal olduğunu gördük. Ama bu yapılan ihracatlardan dolayı bir ambargo yediğimiz anlamına gelmiyor. Sadece öncesinde parasını vermiş olan insanlar bile yani paralarını yakarak ürünlerini almadılar. Onun dışında diğer ülkelerle şimdiye kadar ihracat kısmında bir şey yaşamadık diyebilirim.
Dempar’da olan çalışma hayatınızın yanı sıra UTRADER yönetiminde ve fakültemizin danışma kurulunda da görev almaktasınız. Sorumluluk gerektiren birçok işi aynı anda yürütmeyi nasıl başarıyorsunuz? Bu konuda verebileceğiniz tavsiyeler var mı?
32 yıllık bir iş hayatının neticesinde yaklaşık son 10 yıldan beri değişik sosyal faaliyetlerde, etkinliklerde bulunuyorum. Son 3-4 yıldır UTRADER yani Uluslararası Ticaret Ağı Derneği’mizde görev yapıyorum. Daha öncesinde SATSO’da yurtdışı iş geliştirme komisyonunda da yer aldım, üç sene de orada hizmet verdim. Aynı zamanda da Sakarya Üniversitesi İşletme Fakültesi danışma kurulunda da üç yılımı doldurmak üzereyim.
Bunlara nasıl vakit bulduğumu soracak olursanız belki yaş ile ilgili diyebilirim. Yaş ilerledikçe daha etkili, daha kolay yapılabilir veyahut da daha hızlı çözümlere ulaşabildiğimiz için zamanımızı artıyor aslında bizim. Çünkü bir işi 20 yıl boyunca yapınca o işi artık gözünüz kapalı yapabilir hale geliyorsunuz. İşinizi severek yapıyorsanız, bu işi bir yerden sonra o kadar içselleştirdiğiniz zaman bir anda bakıyorsunuz ki birçok boş vaktiniz var aslında. Ve en önemlisi verimlilik araçları diyorum. Verimlilik araçlarını da teknolojinin gelişmesiyle çok iyi kullanabilirseniz hayatınızda inanılmaz boş alanlarınızın olduğunu fark edeceksiniz. Belli bir yıldan sonra bu boşlukla ilgili de tabii ki kaliteli gerçekten verimli fayda sağlayabileceğiniz ve ortaya bir şey koyabileceğiniz alanlar, sahalar veyahut da sivil toplum kuruluşları arıyorsunuz.
Ben de bu arayışlar içerisindeyken hem UTRADER’le yollarımız kesişti hem aynı zamanda da dediğim gibi sanayi ve ticaret odasıyla ve danışma kuruluyla çalışmaya başladık. Sizin duruşunuz ve ortaya koyduğunuz argümanlar belli ve tabii ki aynı zamanda da bunu yansıtma şekliniz ortada ise bu gibi teklifler size kendiliğinden geliyor.
Bütün bunlar tamamen tecrübeyle ilgilidir. Tecrübe arttıkça daha da artıyor bu şeyler bu dediklerimin görünürlüğü ve bununla beraber bir yerden sonra bir talep veya ihtiyaç gelebiliyor? Bir yazarın sözü vardı “Şans diye bir şey yoktur. Şans sadece sizin hazırlıklarınızla karşı tarafın ihtiyaçlarının kesiştiği noktadır.” derdi. Bu gösteriyor ki biz yıllarca yani kendimizi eğittik eğitmeye de devam ediyoruz hâlâ. Yani değişik kaynakları sürekli kaynak taramaları yaparak kendi sahamızla hem ahşap sektöründe olsun hem sivil toplum tarafında olsun, geliştirmeye çalışıyorsunuz. Bunları yaptıkça o anda ihtiyaç olunan yerle ilgili de aslında bir şekilde yollarımız kesişiyor. Bence zaman yönetimi, verimli yönetim ve aynı zamanda da iyi bir planlamayla yapılıyor her şey. Zaman yönetimini kullanabilme için kendinizi geliştirmenizi, planlı ve programlı olmanızı tavsiye edebilirim.
Biz cep telefonları olmadan büyüyen bir nesiliz ancak günümüzde hepimizin ellerinde cep telefonları var. Fakat bütün bu teknoloji gelişmelerinin içerisinde eskimeyen tek bir teknoloji var. Kâğıt ve kalem. Ben herkese bilgisayarı, tableti cep telefonunuzu kullanmadan önce cebinizde bir kalem bir not defteri bulundurmayı, her şeyi önce oraya kaydetmeyi tavsiye ederim. Çünkü oradan her şey doğru düzgün sistemli ve anlaşılır. Daha sonra dönüp baktığınızda ben ne yazmışım buraya demeden arayabildiğiniz bir not alma sistemi kurabiliyorsanız, bu sistemi dijitalde de kurabilirsiniz ama dijitalde sizi çok fazla engelleyen, dikkatinizi dağıtan uygulamalar yüzünden doğru sistemi bulamayabilirsiniz.
Benim tavsiyem yüksek dijital yetkinlikleriniz, iyi insan ilişkileri ve networkünüz olmalı. Bütün bunları yaparken bir networkümüz yoksa yaptıklarımız boşa gider. Çünkü iş dünyası, sivil toplum veyahut da akademik dünya bir network üzerine kurulu. Networkünüz geliştikçe bu imkanlarla siz de kesişiyorsunuz. Yollarınız kesiştiğiniz anda siz hazırsanız ve diğer taraftan da böyle bir teklif geliyorsa o zaman siz de o grup içerisinde görevinizi en güzel şekilde yaparsınız. Biz yaptığımız sosyal sorumlulukları da öyle yapıyoruz. Sanki bir profesyonel iş hayatında çalışıyormuş gibi sosyal sorumluluklarımızı, projelerimizi orada gerçekleştiriyoruz. Özellikle danışma kurulu olarak Sakarya Üniversitesi’nde AACSB sertifikasyonu sürecine dahil olarak son üç yılda bu süreci çok daha hızlandırdık. Ve sonunda AACSB sürecini tamamlama şerefine bizim danışma kurulumuz dahil oldu. Bunları gördükçe de insan kendi kendine motive oluyor. Bir yerden sonra başkalarının mutluluğuyla mutlu olmayı artık öğrenmiş insanlar olarak bu şekilde kendi kendimizi motive etmiş oluyoruz.
UTRADER içerisinde olan Ticaret Ligi, Genç STK ve E-Bülten gibi daha birçok projeyi yürütüyorsunuz. Temel motivasyonunuz, ilham kaynağınız ve enerjinizi nasıl sağladığınızdan bizlere bahsedebilir misiniz?
UTRADER’da özellikle iş geliştirme takımı olarak birçok proje yürütüyoruz. Bu projelerin arasında Ticaret Ligi, Genç STK, E-bülten, Quiz Bot yarışmalarımız ve akademi ödüllerimiz gibi birçok çalışma var. Bunun haricinde daha birçok arka planda yürüttüğümüz projelerimiz de bulunuyor.
Bir sivil toplum kuruluşunda motivasyon kaynağını çok çalışarak ve hakkınızla kazandığınız üniversitede okumak için sizlere verilen notlara benzetebiliriz. Hocalarınızın size sağlamış olduğu geri bildirim sizi motive eder değil mi? Diğer motive eden şeyler arkadaş çevreniz, üniversitenizin fiziksel alanlarıdır, kampüsünüzdür ve bu gibi imkanlarıdır. Bir sivil toplum kuruluşunda da aslında aynı şeyler var. Etrafınızdaki insanların sizinle olan uyumu, sizin bir projeyi üretip bunu gerçekten ortaya koyabileceğiniz bir takım içerisinde beraber bulunmanız, her an her zaman size yardım edebilecek, el uzatabilecek veyahut da hep beraber elini taşın altına koyabilecek insanlarla beraber olmanız. Aynı düşünceye sahip insanlarla bir arada olmaktan değil bir sorumluluğu beraber yüklenen insanlardan bahsediyorum. Çünkü dernekte de hepimiz aynı fikirde olmayabiliriz ve ben bunu çok saygıyla karşılıyorum. Hiçbirimiz birbirimizin siyasi görüşünü, özel hayatını bilmeyiz genelde. Ama bunların hiçbirinin bir önemi yok.
Burada motivasyon kaynağı UTRADER’ın temel amacını kapsıyor. Etik değerleri üstün tutun. Eğer yaptığınız her işte hesap verebilirlik noktasında içiniz rahatsa vicdanınız rahatsa o zaman burada bulunmaktan daha kolay bir şey olamaz. Tabii ki burada bilimsel yönetimle işlerimizi yapmak da aslında bunları hepsini birbirine düğümleyen nokta. Fikirle değil, bilgiyle hareket eden insanlar olarak bir arada olmak ve en önemlisi de herkesin sizin bulunduğunuz yapı içerisinde yaşam boyu öğrenme ve kendini geliştirme niyetinde olması. Yıllar ilerledikçe çok daha önemli oluyor ama tabii ki bu da yine networkün önemini bir kez daha vurgulamam gerekiyor. Çünkü şu anda üniversite ve lise arkadaşlarınız var. Fakat iş hayatına geçtiğiniz zaman çevreniz daha da genişliyor. Konfor alanınız genişledikçe aslında daha fazla insana eliniz uzamış oluyor, daha fazla insana yardım edebiliyor olmuyorsunuz ve bu sizin motivasyon kaynağınız olmuş oluyor.
Bu bizim kültürümüzde var. Bu fikirle hepimiz elimizi taşın altına koyuyoruz. Aynı şeyleri düşünmüyoruz ama aynı şeyleri hayal ediyoruz. Ben genelde hep şunu sorarım “Hayaliniz ne?”. Çoğu kişi buna kariyer yapmak, ev ve araba almak gibi şeylerle cevap verir. Ancak bunlar hayal değil hedeflerdir. Gerçekten hayal kurmak bu şekilde değildir. Ben ve küçük yeğenlerimle birlikte haftada 2 gün hayal dersleri yapıyoruz mesela. Ben 5 dakika konuşuyorsam onlar 55 dakika konuşuyor. O kadar muhteşem hayal güçleri var ki inanılmaz.
Ama ben bir üniversite öğrencisiyle oturduğum zaman hadi hayal kuralım diyorum, abi ne hayali ya zaten zor geçiniyoruz, diyor. Fakat hayal kurmak gerçekten çok önemli. Paran olmasa bile hayalin varsa Steve Jobs, Bill Gates gibi bir adam olursun. Günümüzden örnek vermek gerekirse, Alper Gezeravcı’nın uzaya çıkan ilk Türk olacağını kendisinin hayal ettiğini söylesem inanır mısınız? Çocukluğunda hayali buydu ve başardı. Ne kadar hayal kurabilirsen o kadar büyüksün. Motivasyon da bulduktan sonra enerjiye ihtiyacımız var. Enerji ise yaşlandıkça azalıyor. O yüzden genç nesilleri yetiştirmek için Genç STK programımızı kurduk. Ve biz gençleri yetiştirmek için bugünkü bilgi kaynaklarımı kullanmayı da çok sevmiyoruz. Çünkü dünyanın daha keşfetmediği birçok kaynak var.
Şöyle düşünün, Türkiye SİHA’lar ve İHA’lar üzerine dünyanın en büyük ilk 10 gücü arasına girebileceğini hayal edebilir miydiniz? Ama Selçuk Bayraktar hayal ediyordu. Hatta yıllar önceki bir videosunda bile ellerinde imkân olduğu taktirde bunun gerçekleşeceğini söylüyordu. İşte bu hayaldir. Hedef ise başka bir şey. Enerji işte buradan geliyor. Çünkü ilham kaynağı olarak gördüğünüz ve başarılı insanların sayısı artıyor. Tarihte bunu başarmış olan insanlar var. Vecihi Hürkuş, Nuri Demirağ, Nuri Killigil gibi birçok önemli kişi bunlardan bazıları. Endüstri tarihimize imzalar atmış figürleri görüp onlardan ve gelecekten ilham alıyoruz. Mesela günümüzde elektrikli arabaların şarj edilmesi için kullanılan enerjinin sadece %5’i güneş panellerinden elde ediliyormuş. Geri kalan %95’i başka şeylerden ve normal konvansiyonel yollardan elde edilmiş elektrik kullanılıyor.
Bu enerjiyi sağlamak için işte güneş enerji santralleri, hidroelektrik santraller, nükleer enerji santralleri gerekiyor ama günümüzde bunların dışında yeni bir enerji çıktı. O da hidrojen. Hidrojen aslında bildiğimiz suyun içerisindeki elementtir. Ama hidrojen ve oksijeni ayrıştırıp, daha sonra bunu konvansiyonel bir motorun içerisinde kullanıyorlar. Peki su nerede var? Büyük çoğunluğu okyanuslarda. Biraz daha düşündüğümüzde insan vücudunun %85’de sudan oluşuyor ve su enerjisiyle yaşamını sürdürüyor. İnsanlık bunu keşfetmek için cevap gözümüzün önünde olduğu halde yüzyıllarını verdiler. Kendi içimizden doğal olarak gelen enerjiyi başka bir yerde aramamak gerek. Bu bakış açısına sahip gençlerin bizden sonra çok daha iyi, çok daha vizyonu yüksek ve sonraki nesillere de çok daha iyi ilham kaynağı olacağına eminim.
1991 yılında Ümran İnşaat’ta Proje Asistanı olarak işe başladı. Aynı şirketin inşaat, plastik ve yatırım projelerinin “proje yönetim takımında” 1991 – 1995 yılları arasında görev aldı. 1996 yılında aynı gruba ait Gökkuşağı Mermer’de Satış ve Pazarlama Müdürü olarak görev aldı. 1999 yılına kadar mermer, granit sektöründe çalıştı.
2004 yılında Dempar’da Kalite Yönetimi ve IT proje yönetiminde işe başladı. Aynı yıl içerisinde ithalat & ihracat bölümünde de görev aldı. 2005 yılında Satış ve Pazarlama ekibinde yer aldı. Bu yöndeki yetkinliklerini ağaç sektörü özelinde satınalma, pazarlama ve toptan satış kanalları ve iş geliştirme alanlarına ilerletti. Şu an satış ve pazarlama müdürü görevinin yanı sıra İş Geliştirme faaliyetleri sürdürmektedir.