93 Yaşındaki Çınar Osman Öndeş ile Denizcilikten Yazarlığa: İki Farklı Dünyanın Birleşimi

93 Yaşındaki Çınar Osman Öndeş ile Denizcilikten Yazarlığa: İki Farklı Dünyanın Birleşimi

Osman Öndeş’in Yaşam Öyküsü

Yazacaklarımın başlangıç noktası

Kasım 2024 başları idi. Hatice Esen Hanım’dan bana bir email ulaştı. Yaşamımı ifade eden meraklarımdan ve edindiğim deneyimlerden bazılarını anlatmam ve değerlendirmem istenmekteydi. Hatice Esen Hanım ile anlatım biçimi konusunda kısa yazışmalar yaptık. Sonunda ben soruların aydınlatılmasını bir metin haline getirmeliydim ve yerine göre fotoğraflar kullanmalıydım. Bu yöntem uygun görüldü. Biraz zaman geçti… Ben yazmak tutkunu, araştırma tutkunu yapımla 10 kadar makale daha yazdım ve bunlar internet ortamında yayına girdi. Fakat Hatice Esen Hanım’ın sordukları konular için “Masaüstü”nde  bir dosya açmıştım.

Bugün 19 Kasım 2024… Sabah erkenden daha da geç kalmamak adına bir başlangıç yaptım.

Bu yazılanların sahibi 12 Ekim 1931 Pazartesi sabaha karşı İstanbul, Üsküdar, Doğancılar, İmrahor Yokuşu 123 No’lu ve üç katlı bir ahşap evde dünyaya gelmiştir. Babam Ahmet Nurettin idi. Annem Güldane Ayyıldız. Babamın annesi Babaannem Hayriye Hanım, Üsküp’ten göçlerle Selanik’e oradan da Yunan işgali sırasında İstanbul’a göç eden Kolağası Osman Efendi’nin eşi olan muhteşem dirayetli bir kadın idi. Zühtü, Ahmet Nurettin, Hayrettin isimli üç erkek çocuğu olmuş. Olasıya yokluklar içinde nasılsa İmrahor Yokuşu’nda sağ köşede olan bu ahşap eve sığınmışlar.

Kolağası Osman Efendi, asker olarak cepheden cepheye yetişmekle geçen gencecik ömründe gıdasızlıktan hasta olmuş ve genç yaşında vefat etmiş. Ailede en büyük erkek fert olan Zühtü Bey, geçinmeyi sağlamak için payton almış ve böylece yolcu taşıyıp eve üç beş kuruş gelir sağlamış. Ortanca kardeş Ahmet Nurettin’i Heybeliada Bahriye Mektebi’ne vermişler. Makine sınıfında okumuş. En küçük kardeş Hayrettin de çok çalışkan bir öğrenci olmuş ve onu günü geldiğinde Mühendis Mektebi’ne yazdırmışlar. Oradan İnşaat Mühendisi olarak mezun olacaktır.

Güldane Ayyıldız’ın annesi Nahide Hanım, inanılması çok zor olan elma yanaklı, fedakar, eşi ve çocukları için alabildiğine koşuşturan bir hanım idi. Eşi Ordu’lu Yunus Kaptan’ın oğlu Nazif, Soyadı Yasası ilan edildiğinde aile “Ayyıldız” soyadını almış. Nazif Ayyıldız da Bahriye Mektebi Güverte mezunu idi. Çocuk yaşlarından itibaren II. Abdülhamit, Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin devirlerini yaşamıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan Samsun’a vatanı kurtarmak için gidişini heyecanla hatırlar ve bir başka Nazif Ayyıldız Kaptan olurdu. İnce fakat çok sırım gibi yapılı müthiş bir denizci idi. Yelkenli gemilerin armalarını çok iyi bilmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Zira Sultan II. Abdülhamit Devri Osmanlı Donanması’ndaki harp gemilerinde küçük rütbelerden itibaren görev yapmıştı. Gamble Paşa’yı hatırlardı. Osmanlı Donanması’nda Müşavir imiş. Donanma dedikleri de zaten Haliç’te ya şamandırada bağlı ya da gemiler küçük ise Kasımpaşa’dan Hasköy’e kadar kıçtan kara bağlı yatarmış.

Bir gün Gamble Paşa teftiş edecek demişler… Her yeri temizleyip, hiç kullanmadıkları topun yağını da değiştirip tabura geçmişler. Gamble Paşa umuyorlarmış ki topları tefriş edecek. Gelmiş ve doğruca helaya gitmiş! Şaşırmış ve hayli garip bulmuşlar. Yani adam daha evvel neden tuvaletini yapmadı da, daha gemiye adım atar atmaz, helaya girdi diye. Gamble Paşa helanın kapısından içeri bakmış, bakmış. Sonra güvertede taburdakilere seslenmiş; “Bir geminin intizamlı oluşu, helasının temiz olup olmadığı ile anlaşılır.”

Kolağası Osman Efendi, asker olarak cepheden cepheye yetişmekle geçen gencecik ömründe gıdasızlıktan hasta olmuş ve genç yaşında vefat etmiş. Ailede en büyük erkek fert olan Zühtü Bey, geçinmeyi sağlamak için payton almış ve böylece yolcu taşıyıp eve üç beş kuruş gelir sağlamış. Ortanca kardeş Ahmet Nurettin’i Heybeliada Bahriye Mektebi’ne vermişler. Makine sınıfında okumuş. En küçük kardeş Hayrettin de çok çalışkan bir öğrenci olmuş ve onu günü geldiğinde Mühendis Mektebi’ne yazdırmışlar. Oradan İnşaat Mühendisi olarak mezun olacaktır.

Nazif Ayyıldız ve Nahide Ayyıldız ailesinin Fener, Fethiye Yokuşu’nda sağdaki Zülüflü Sokak ahşap  üç katlı evleri vardı. Bu evin kapısında 138  rakamları olan bir oval kapı numarası takılı idi. “Nazif Kaptan” bu ailede derin saygı duyulan, kısmen çekinilen müthiş efendi bir aile reisi idi. 1911-12 yıllarında Avnillah Gambotu’nun komutanı olarak  nasılsa Haliç’ten çıkıp Beyrut’a bu Osmanlı liman kentini korumak amacıyla  görevlendirilen Avnillah ganbotu intikal etmişti. Beyrut limanında bir de Ankara ganbotu vardı. İkisi de çoktan devrini tamamlamış, perişan nesnelerdi. Zaten Beyrut limanına vardıklarından itibaren demirlemişler ve öylecene kalmışlardı.

Bir sabaha karşı iki İtalyan kruvazörü Beyrut önlerine gelmişi Ankara’yı batırmış, Avnillah ise aldığı yaralar nedeniyle batmasına rağmen daha sığ bir mevkide olduğundan bir kısmı su üstünde kalmıştı. Birçok bahriyeli şehit düşmüş, bazıları yaralanmıştı. Nazif Kaptan da yaralı idi… Aylarca Beyrut’taki bir hastanede tedavi görmüş.

Karadenizli olmanın tüm özelliklerini temsil ederdi ve İstiklal Harbi’ni denizci olarak yaşamanın çok başka evresinden geliyordu. Anadolu’ya Haliç’teki cephaneliklerden silah kaçıran, yeri geldiğinde işgalci askeri, casusluk yapanı yakalayıp geminin külhanlığına bile atacak bir direnç ile yetişmişti. Cumhuriyet yıllarında Güverte Binbaşı idi. Cumhuriyet yıllarında Güverte Kıdemli Binbaşı iken emekli olmuş. Yaşamı ve sağlık anlayışı şaşırtıcı şekilde çok farklı idi.

-Yemeğinizi çok çiğneyiniz hemen yutmayınız, derdi.

-Çok yemek yemeyiniz, derdi.

-Az ekmek yiyiniz, derdi.

-Kahvaltıda muhakkak rafadan bir yumurta ve kayısı reçeli olsun, derdi.

-Belinizi yün kuşakla sarınız… Omurganız ne kadar sağlam ise siz de o kadar sağlıklı kalırsınız, derdi.

Güldane, Naci ve Nadi isimlerini verdikleri üç çocukları olmuştu. Ayyıldız ailesi ile Öndeş ailesi nasıl buluştu ve Güldane Ayyıldız, nasıl Nurettin Öndeş’in eşi oldu bir ayrı öyküdür. Babamın bahriyeli olması nedeniyle her ay ancak bir defa eve gelebilirdi. Annem yalnızlığı yaşamıştır. İlkokula 1938 yılında Kadıköy Hasanpaşa İlkokulunda başladım. Babam oraya yakın bir yokuş gibi bir sokakta ev kiralamıştı. Annem, ablam ve benimle yalnız yaşıyordu desem yeridir. Zaman zaman ud çalardı. O devirlerde kız çocuklarının ud, keman ve piyano çalması bir gelenek sayılırdı. Annem nota bilirdi ve alaturka eserleri icra ederdi. İlginçtir; babam da çok başarılı bir keman icracısı idi. O da alaturka eserleri icra ederdi. İzinli geldiğinde karşılıklı notaları açarlar; bazen Hicaz, bazen Nihavent şarkıları çalar, annem de yavaş bir sesle terennüm ederdi. Tartışmalarını hiç görmedik.

Bir Türk olarak bizlere umut,gurur ve çalışmak azmi veren benzersiz asker, devlet adamı MUSTAFA KEMAL ATATÜRK  vefat etmişti.

10 Kasım 1938 sabahı  okulda derse başlamıştık. Birden sınıf öğretmenimiz hanım iki gözü yaşlar içinde sınıfa geldi; “Atatürk vefat etmiş…” diye adeta feryat etti. Çocuk yaşımızda hayal ettiğimiz, onur duyduğumuz Atatürk vefat etmişti… Hepimiz hıçkırıklarla ağlamaya başladık. O’nu çok severdik ve bilirdik ki, irfanı hür, vatanı hür bir devleti bizlere armağan etmişti.

II. Dünya Harbi felaketi ilerlerken Donanma İstanbul’dan daha güvenli diye Erdek’e intikal etti. O zaman biz de Nazif Ayyıldız ve Nahide Ayyıldız dedem ve anneannemin Fener, Fethiye Draman Yokuşu’ndaki 138 No’lu ahşap eve yerleştik. Annem artık annesinin ve babasının güvencesi altında idi. Beni Draman’da bir ilkokula yazdırdılar. Orada üçüncü sınıfa kadar okumuşumdur. Draman yokuşu boyunca yukarıda sağ köşede sadece bir Rum bir bakkal vardı. Türkler daha askerlikten başka mesleklere alışkın değildiler. Mustafa Kemal Paşa, Türk kadınlarına okuma  özgürlüğü tesis etmiş ve Türk kızlarını meslek sahibi olmaya yönlendiriyordu.

II. Dünya Harbi’nde tarafsız kaldıksa da çok ağır yokluklar içinde mücadele ettik. Ekmek, çay ve ne varsa karneye bağlanmıştı. Fırınların önünde elimizde kağıt karne parçası ile sıra beklerdik. Annem zaten azıcık verilen ekmek hakkımızı karşılamak için kendi ekmek hakkını bile bize verirdi. Geceleri bazen sirenler çalardı. Pencereleri siyah kağıtlarla örtmüştük. Zira bu bir emirdi. Gece bekçiler sokakları dolaşır, eğer bir evden ışık sızıyor ise onları uyarırdı.

Ben daha dünyaya gelmemişim. Sene 1928 gibi… Ön sıra soldan Mazhar Ayyıldız, Ali Ayyıldız, İhsane Ayyıldız (Mazhar Hanım’ım eşi)  Nahide Ayyıldız, kucağında torunu Ayten ve Güverte binbaşı Nazif Ayyıldız ve Mazhar- İhsane Ayyıldız’ın büyük kızları Melda Ayyıldız. (Arka sıra Soldan) Naci Ayyıldız, Güldane Öndeş(Ayyıldız), Mualla Ayyıldız (Örme saçlı) Makine Yüzbaşı Ahmet Nurettin Öndeş  ve Nadi Ayyıldız.

Büyükbabam Nazif Ayyıldız’ın Mazhar Ayyıldız isimli bir erkek kardeşi vardı. Mazhar Bey asker olmak yerine ticareti sevmiş ve Cağaloğlu’nda bir kırtasiye mağazası açmıştı. Buradan çok kazanç elde etti ve varlıklı oldu. Draman’dan Taksim’de yaptırdığı apartmana taşındılar. Eşi İhsane Hanım idi. Mualla, Melda, Ali ve Güngör ismine verdikleri dört çocukları olmuştur. Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı karşısında Ayyıldız Apartmanı kendisine aitti. Büyükbabam Nazif Ayyıldız bir süre Derince Ağ-Mania Grubu komutanı ve bir süre de İzmir Üssü Bahri Komutanlığında görev yapmıştır. Biz de onlarla beraber İzmit’te oturduk.

II. Dünya Harbi yılları; 1942 gibi… Babam İskenderun’a tayin oldu. O zaman İngiliz askeri yardımı  başlamıştı ve babam teknik amaçlı olarak görev aldı. İngiliz yardımı olarak katana atlar, topçekerler, ondilin sac, Willis cipler, cephane, piller, top neler gelmezdi ki… İlkokul son sınıfı ve Ortaokul ilk sınıfı kısmen İskenderun’da okudum. Çok güzel yıllardı… Artık II.Dünya Harbi’nin hiçbir yokluğunu hissetmedik. Burada karne filan da yoktu! Zaten İskenderun  Atatürk’ün emaneti olarak vatana 1938’de kazandırılmıştı ve nüfusu 5-6,000 civarındaydı.

İskenderun’a mal veya yardım malzemesi getiren yük gemilerinden bazıları, limandan ayrıldıktan bir süre sonra Samandağı açıklarında infilak eder batarlardı. Sonunda bu gemilere mıknatıslı mayın yerleştirildiği ve bunu İskenderun’da  İtalyan Konsolosluğundan görevli bir İtalyan sualtı komandosu olan Yüzbaşı Luigi Ferraro’nun yaptığı II. Dünya Harbi sonrasında yayımladığı “Un Italiano” başlıklı hatıratı ile anlaşıldı. Bu kişi Mersin’den hareket eden Refah Vapuru’nun da batmasına sebep olmuştu.

II. Dünya Harbi sonlarına doğru Donanma Gölcük’e intikal etti. Biz de Gölcük sırtlarında bir eve kiracı olduk. Oradan vapurla İzmit’e  ortaokula gider gelirdim. Daha sonra benim ve ablamın okula kolay gidip gelmemiz amacıyla İzmit’te Kolordu karşısında bir ahşap eve kiracı olarak taşındık. Bu yaşlarda, asla çözemediğim bir kimlik oluşumu yaşıyordum. Sanırım bilim dünyası kişilik köklerinden gelen bu eğilimlerin nedenini günümüzde de çözememiştir. Örneğin, ben sokakta oynamak yerine hep evde gazete çıkartmak isterdim. Nerede  bulursam eski gazeteleri toplar, ilginç bulduğum haberleri keser ve boş büyük bir kağıda ıslattığım unu sürer ve bu haberleri dikkatle üzerine yapıştırırdım. Sayfanın en üstünde ise, çıkarttığım gazetenin adı yazılı idi. Ben elle yazmıştım. Asla matematikten anlamıyordum, ama edebiyat ve tarih tutkunu idim. Neden?

O devirlerde aileler çocuklarının yeteneklerine göre onları yönlendirmekte pek deneyimli olmasalar gerek, babam amcam mühendis olduğundan beni de İzmit Lisesi’nde Fen şubesine yazdırdı. Çok sıkıntı çekmişimdir! Oysa lisede bir tiyatro gösterisi olacak ise başaktör olarak beni seçerlerdi.  Okulun dergisi yayınlanacağı zaman beni yazıişleri sorumlusu yaptılar. İzmit Halkevi’nde Fehmi Başkut’un  “Paydos” ve “Küçük Şehit” tiyatro eserlerini oynadık. Ben başrolde idim ve o yıllarda Halkevi tıklım tıklım seyirci ile doldu ve bu eserler 3-4  gün devam etti. Olur şey değildi… Okulun dergisini yayınlıyordum ama, matematik öğretmenim İbrahim Bey’in öylesine bir karikatürünü yapmıştım ki… Bunun cezasını çekmeye mahkum oldum ve o sene olgunluk sınavlarında matematikten ikmale kaldım, Eylül’de güç bela kurtuldum.

Üniversite imtihanlarına girecektim; ama hangi meslek benim için uygundur haberim de yoktu, yönlendiren de olmadı. Tıp, sonra SBF, Hukuk falan düşündüm. İzmit’ten İstanbul’a ancak trenle gidilirdi. İstanbul’a Fener Draman’da büyükbabam, anneannemin evine misafir oldum. Ertesi gün Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi’nde Tıp Fakültesi için imtihana girecektim. İzmit’ten İstanbul’a gelmek, bir köyden kocaman bir kente gelmek gibi çok farklı bir dünya idi. Atikali’ye kadar yürümüş ve oradan  Bahçekapı Tramvay’ına binmiştim. Ve Beyazıt’ta tramvaydan indim ve doğruca üniversiteye yöneldim. Kapıdaki görevli imtihan giriş kartımı sordu… Evde unutmuştum!

Dünyalar başıma yıkıldı ve ilk gün imtihana giremedim. İkinci ve son gün imtihana girdimse de puan haliyle  eksik kalmıştı.

Şimdi SBF imtihanı zamanı geliyordu… İmtihana girdim… Bir zaman sonrasında yedek olarak kazandığımı öğrendim. Biraz bekledim. Ankara’ya yol görünmüştü… Babam’la Ankara’ya Cebeci’de Siyasal Bilgiler Mektebi’ne gittim.  Bir süre SBF’de okumaya devam ettim. Kaldığım Maltepe Koç Yurdu idi ve üç kuruş harçlıkla yaşamım daha da zorlaşırken, babam haber gönderdi; “ABD Yardımı başladı. Deniz Harp Okulu’na ABD’li öğretmen subaylar da geliyor ve ABD’ye gitme şansı var…”

Cumhuriyet Bayramı’nda törenler Taksim Meydanı’nda yapılırdı. Tarihi bir fotoğraf- Sağda bir konak vardır. Yerinde halen otel var. Merasim geçidi de İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ve General.

Taburda olan benim sınfım. (Artık ben ve 4 sınıf arkadaşım dışında hiçbir hayatta değil…)

SBF’den ayrıldım ve Heybeliada Deniz Harp Okulu yaşamım başladı.

Bahriyeli bir aileden gelmeme rağmen ben neden daha başlarda Deniz Harp Okulu’nu düşünmemiştim? Bu mesleğe derin saygıma rağmen ben hep yazmak, tarih çalışmak istiyordum. Bunun nedenini de bilemedim, ama derin bir tutku ile eski eserlere, tarihe, resme ulaşmak benim için bir hasret gibi  geliyordu.

Deniz Harp Okulu’nu sınıf birincisi olarak tamamladım. Fakat hafta sonları çoğu zaman Cağaloğlu’na gider, yazdığım kısa hikayeleri bazı akşam gazeteleri yazıişleri müdürlerine verirdim.Aralarında Abdi İpekçi Bey de vardı.. Bunları hep yayınladılar. Daha sonraları Beşiktaş’ta olan Tercüman ve Son Gazeteleri’ne yöneldim. Son Saat bir akşam gazetesi idi ve sahibi ve başyazarı Cihat Baban idi. Yazdığım öyküleri her hafta yayınlamıştır. Hatta o sıralarda dünyalar güzeli bir kıza aşık olmuştum. Sevgilime asla aşk mektupları  yazıp posta ile göndermedim. Aşkımı hikayelerimde anlattım ve hikayem yayınlandığından o gazeteyi alıp, usulca evinin kapısının dışına bıraktım… Onlar Moda’da otururlardı. Babası çok kıymetli bir genel cerrah idi.

Bir gün bir aşk öyküsü daha yazdım ve Cihat Baban Bey’e götürdüm. Başlığı “Renkli rüya” idi.. Birkaç gün sonra Son Saat’te kocaman bir sayfada Renkli Rüya öyküsüyle karşılaştım. Cihat Baban “Genç adam sen sırılsıklam aşıksın.” demişti. Güverte teğmen olarak mezun olduğumda sevdalım Mutlu Meriç de Amerikan Kız Lisesi’inden mezun olmuştu. Nişanımız ve düğünümüz Moda’da Rainbow ve Mogambo isimli iki bahçe tip yerde yapıldı. Müthiş mutlu idik ve havalarda uçsak da, ayağımızın yere değmesi kaçınılmazdı. Ben bahriyeli idim ve gemiye çıkmak zorunda idim, yani Gölcük’e doğru yol görünmüştü. 135 TL maaşım vardı. Çok zor geçinebilirdik. Eşim o zaman Amerika Yardım Heyeti’nin Gölcük’teki Opted Karargahında ABD’li komutanın asistanı olarak göreve başladı. Donanma Komutanından beş misli maaş alıyordu!

Yıllar geçti, rütbem yüzbaşı oldu.

Ben bu sırada bu kez Şevket Rado’nun Hayat ve Hayat Tarih Mecmuaları’nın derin meraklısı ve yavaş yavaş yazarı olmak üzere idim. İyi ama ben aslında bir askerdim! 1959’da İngiltere’ye II. Dünya Harbi’nden kalmış 4 adet muhribi almak üzere görevlendirilenler arasında en sonuncusu oldum. İlk gidenler birkaç ay sonra gemileri hazır olduğundan Türkiye’ye döndüler. Benim tayin olduğum muhrip Kocatepe idi. Ve İskoçya, Glasgov Govan Harland & Wolf Tersanesi’nde onarımı yapılıyordu. Durmadan arzalar çıktığından bir türlü dönüşe başlayamadık. Hatta tamam dediklerinde, yolda yeniden arza çıktığından Southampton Limanı’nda 15 gün daha kaldık. İngiltere’de önce Plymouth’a gitmiştik. O sırada eşim Mutlu’yu İngiltere’ye izinli olarak davet ettim ve Weymouth’da kaldık. Bunlar hep yaşamsal deneyimler elde etmemi sağlamış yıllardır.

Kocatepe Muhribi Türkiye’ye dönerken, Çanakkale Boğazı’ndan giriş yaptığımızda benim tüm personele köprüüstündeki mikrofondan konuşma yapmam istemişti. Neden ben? Müthiş bir ağıt yazmış ve okumuştum. Tebrik edildim. Yıllar yılları kovaladı… İyi bir bahriyeli olamamıştım, zirakurmay olmalıydım, olmak istemedim. Muhtelif gemilere tayin edildim ve derken benim de tayinim İskenderun’daki Akdeniz Bölge Komutanlığı’na çıktı. Böylece cennette yaşadığımız üç seneye başladık.

Ben amiralin emir subayı olmuştum. Müthiş itibarım vardı! Ama neden ben seçilmiştim?

Ben amiralin emir subayı olmuştum. Müthiş itibarım vardı! Ama neden ben seçilmiştim?


Eşim geçmiş yıllarda inanılmaz bir feragat veciddiyetle Çapa Kız Öğretmen Okulu’nda dışarıdan İngilizce Öğretmenliği imtihanına girmiş ve İngilizce Öğretmeni olarak hak kazanmıştı. İskenderun’da özel Atatürk Koleji’ne İngilizce Öğretmeni oldu. Yasemin adını verdiğimiz dünyalar güzeli bir kızımız vardı. Orada ilkokula başladı. İskenderun’da iki ayrı yerli toplum vardı; bunlardan bir kısmı çoğu Katolik olan, Levanten veya Hristiyan Arap veya köklerinde İtalyan, Fransız bireyler olan ve hemen hepsi gemi acentesi olan müthiş tüccar ailelerdi. Beyrut’da evleri, köşkleri vardı. Fransız müstemleke idaresinin Fransız kültürü ile yetişmişlerdi ve Fransızca konuşmayı bir üstünlük nedeni sayarlardı. Her aile muhakkak bir başka devletin fahrî konsolosu idi. Bu nedenle evlerinden o devletlerin bayrakları dalgalanırdı. Kültür sahibi idiler. Fakat sadece Fransa ve Fransız tarihi öncelik taşırdı. Yazın Soğukoluk’ta veya Arsuz’daki köklerine taşınırlardı. Varlıklı ve son derece eğlenmeyi seven kişilerdi ve İskenderun’da yaşayan bambaşka bir toplum idiler. İskenderun’nda ayrı bir halk daha vardı; kimi tarımdan, kimi pamuk vs tüccarlıktan varlıklıydılar. Fakat onlar içlerine kapanıktılar. Bir kısmı muhakkak Arapça bilirdi veya aralarında Arapça konuşurlardı. Levanten kimliğine uyan ilk toplumun genel bir özelliği ise; muhakkak bir krom madeni sahibi idiler! Bunun nedenini çok sonraları İzmirli Levanten’ler konusunda yaptığım çalışmalar sırasında anladım.

İskenderun’da ben de durmadan İngilizce çalıştım, İngilizcemi ilerlettim. Boş zamanlarımda yöredeki eski eserleri görmeye giderdim. Adana’ya doğru Haçlı kaleleri vardı. Arsuz- Rosus harabeleri vardı. Derin merak duydum. Hep merak ettim. Hep merak ettiklerimi araştırmak istedim ve araştırdım. İskenderun’da Er Eğitim Merkezi vardı. Buraya her üç ayda bir askere alınan acemi asker namzetleri gelirdi. Bu alayın planı ABD Silahlı Kuvvetleri’inden bir er eğitim alayının aynısı idi.  Zaten tüm binalara, yatak, karyola, çarşaf vs ABD Yardımından verilmişti. Her üç ayda bir 1500 kadar acemi er buraya gelir, eğitim görür ve sonra birliklerine sevk edilirlerdi. Bunlar çoğunluk sahile yakın köylerden, kasabalardan seçilen gençlerdi. Fakat yine de okuma yazma bilmeyenler olduğu için,  bunlara çok iyi donanmış kagir okul ve yatakhaneler inşa edilmişti. Bu cahil gençler talime çıkmaz burada önce alfabe okumasını öğrenirlerdi.

Hep neden cahil kaldıklarını merak etmişimdir. Hatta kızardım da; zira talime çıkmazlar ve sadece ilkokul birinci sınıf öğrencisi gibi okuma yazma öğrenirlerdi. Bunların öğretmenleri yedek subay öğretmeler olurdu. Merak ettim… Merak ettim ve cevap aradım. Bir ara bir soru sayfası hazırladım ve bunu teksir makinesinden birkaç yüz nusha çoğalttım.

Sorularım şöyle idi:

-Neredensin?  Köy, kasaba.

– Köyünde, kasabanda ilkokul var mı ?

– Var ise kim inşa etmiş?

– Okul var ise neden okula gitmedin?

Cevapların hemen  hepsi şöyle idi;

– Köyümde, kasabamda ilkokul var. Bu okulları devlet inşa ettirmiş. Ama dedem, babam okula gitmemi istemedi…

Dediğim gibi, hep merak ettim ve hep nedenleri araştırdım. İskenderun Er Eğitim Alayı kurulurken komutan binasının dışına bir çan asmışlar… Bu çan Yavuz zırhlısına ait iken, Yavuz hurdaya çıkartılıp, akılsızlıkla parçalanırken kalan malzemelerinden biri de bu çan idi ve SMS Goeben’e aitti.

Ben bu çanı demektir ki Er Eğitim Alayı’nın kuruluşundan 23 sene sonra fark ettim. Heyecan ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na yazdım. İskenderun’dan aldırdılar ve İstanbul Deniz Müzesi’nde sergilenmeye başladı. İskenderun’dan da Hayat Mecmuası’na daha tarih ağırlıklı makaleler gönderiyordum. Genel Yayın Yönetmeni Yılmaz Öztuna çok önemli  bir tarihçi idi. Alabildiğine alçak gönüllü bir şahsiyetti.

Birkaç sene sonra Kurmay Başkanımız olan komutan bana “Ankara’da dış görev için muhakkak İngilizce imtihanına girmelisin.” diye ısrarda bulundu. Yedinci kazanmışım. Havalarda uçuyordum. Çünkü kızım Yasemin yurtdışında öğrenim görecekti. Brüksel’e tayin edildimse de, çok ama çok torpilli bir devlet adamının oğlu Malta’da görevli iken bazı sevimsiz olaylara neden olduğundan anacığı “Oğlumu oradan alın” diye emir verdiğinden ben Malta, o da Brüksel’e gönderildik….

Allah rahmetler eylesin… Bu olayın aktörleri, iki kişi idi. Bir ben hayatta kaldım!

1968-70 yıllarında Malta Adası’nda Floriana’da olan Comnavsouth denilen Nato Güney Saha komutanlığında “Intelligence Dept”de görev yaptım. Beni böyle bir göreve tayin etmişlerdi. Evimiz Sliema 9 Saint Salvador Flats da en üst katta bir daire idi. Kızım Yasemin burada bir İngiliz okulunda öğrenime başladı. Floriana’da mesai Saat 13.00’de sona ererdi. Ben çoğu zaman Valetta’daki Kütüphane’ye giderdim. Orada müdür Joseph Galea ile büyük dostluğum oldu. Malta’da Kanuni Sultan Süleyman’ın son seferi sayılan  ve altı ay sonrasında yenilgi ile sona eren Malta Kuşatması-Great Siege’i hep merak ettim ve araştırdım. Malta’da Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırtılmış bir cami ve mezarlığı vardı. Cami mimarisi olarak öyle dikkat çekecek gibi değildi ve küçük de bir mezarlığı  vardı. Fakat bulunduğu yer Marsa idi ve denildiği üzere 1565 Malta Kuşatmasında şehit düşen 30.000’e yakın Yeniçeri ve Sipahi burada gömülü idiler. 1565 Malta Kuşatması konusunda Türkiye’ye döndükten sonra çalışmalarımı sürdürdüm ve bu başlıkla eserim yayınlanmıştır.

Malta’da Joseph Galea beni Rabat’ta olan evine davet etmişti. Sohbet sırasında hayli büyük bir albüm çıkarttı. Bu albümde suluboya İstanbul tabloları vardı ve imza sahibi Amadeo Preziosi idi. Josepgh Galea, bu ressamın 1853’den itibaren İstanbul’da yaşadığını ve orada vefat ettiğini söyledi. Merak ettim… Merak ettim… Malta’da babasının evini buldum. Sokağın adı Preziosi Street idi. Turgut Reis de Malta Kuşatması sırasında başına bir gülle isabet etmiş ve şehit düşmüştü. Şehit düştüğü yerin adı Dragut Point idi. Semtin adı da Dragut Point idi.

Dünyanın hiçbir kudretli devleti Malta’yı işgal edemezdi. Zira Malta Sandstone denilen yer kumtaşındandı ve yerin altında resmen örümcek ağı gibi yüzlerce mahzen ve tünel bulunuyordu. Osmanlı bu gerçeği altı ay sonrasında öğrendi. Osmanlı Meclisinden İngilizlerin Malta’ya sürdüğü 150 mebusun kaldıkları Kalkara Kışlasını da inceledim. Bunları hep çalıştım ve kayda aldım ve fotoğrafladım. Yine Sultan Vahdettin, İstanbul’dan İngiliz Kruvazörü  Malaya  ile Malta’ya götürülmüştü. Bu konuda da araştırma yaptım ve o yılların gazetelerini buldum. Malta’da iken savaş sahnelerinde kaydedilmiş seslerin kayıtlarını aradım. Sonunda birçok tarihi sesin kaydedildiği plak koleksiyonum oldu. Bazıları tel üzerine kaydedilmiş çok madeni seslerden oluşuyordu.

Türkiye’ye döndükten sonra Amadeo Preziosi kimdir, nerede yaşamıştır, eserleri nelerdir… Hep araştırmaya başladım.

Kont Amadeo Preziosi’nin Malta’daki aile bireylerinde bulduğun kendi portresi ve Yeşilköy’de Latin Katolik Mezarlığı’nda bulduğum mezarı.

Kont Amadeo Preziosi Oryantalist bir Boğaziçi ressamıdır. Aralıksız iki yılı aşan çalışmalarımın sonucunda  “İstanbul Âşığı Ressam Kont Amadeo Preziosi” başlıklı eserim 1972 yılında  Milliyet Sanat kitapları dizisinden yayınlandı. Bu tarihten yirmialtı yıl geçtikten sonra 1999’da Aksoy Yayıncılık ayni eserin ikinci baskısını yaptı. İstanbul’da çalışmalarıma başladığım 1970’li yıllarda  Amadeo Preziosi’nin imzasına tanık olan çok kısıtlı bir kitle vardı. Tepebaşı’nda ve Tünel’in arka sokaklarında o yıllarda varolan antikacı dükkanlarında rastladığım David Roberts, Preziosi ve diğer Oryantalist Boğaziçi ressamlarına ait tabloların son derece ucuza satıldığını anımsıyorum.

Malta Adası’nda iki yıl yaşamış olmam, Amadeo Preziosi öyküsünü keşfetmeme neden olmuştur. Araştırma merakım ise, bu öyküyü nice renkli belgeleriyle ortaya çıkartmamı sağlamıştır. Bazen bir dedektifin bir olayın sırrını çözdüğü son noktada neler hissettiğini merak etmişimdir. Ben, her yeni adımda  yeni bir heyecan ve merak duydum. Tarih sahnesinde ilgili her olaya, belgeye, göçetmiş ama iz bırakmış her kişinin anısına yaşayan tanıklara ulaşarak, fark ederek, bu öyküyü kusursuzlukla resmetmek görevini yerine getirdim. Ben ayrıntıcıyım… Amadeo Preziosi’nin nasıl bir Oryantalist ressam olduğunu yargılamak, yorumlamak ise plastik sanatlar alanındaki resim bilimcilerine ait olmalıdır.

1970 ‘den başlayarak Preziosi ‘nin gizemi açığa çıkartmak için başladığım çalışmalarda tarih öğretmenim Halûk Şehsuvaroğlu imzasını taşıyan bir karma sergi kataloğu, ardından TTOK- Türkiye Otomobil Kurumu’nun Belleten Dergileri, Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonlarındaki Preziosi tabloları ve birbiri ardından ulaştığım kütüphanelerdeki yazılı kaynaklar biraz daha bilgi edinmemi sağlasalar da evinin, ailesinin yaşamı hakkında hiçbir ipucu vermediler. Nihayet Preziosi nerede vefat etmişti, akıbeti ne olmuştu…

Titiz bir ayrıntıcı kişiliğim bana İstanbul’daki Latin Katolik Mezarlıklarında inceleme yapmamı işaret etti. Doğru karar verdiğimi kısa zamanda gördüm ve Mecidiyeköy’deki Ortodoks mezarlığı çok ilginç bir ipucu verdi. Mezarlıktaki yetkili soyadından hareket ederek gömü defterlerinden birinde bir Preziosi soyadı buldu ve beni o mezara kadar götürdü. Gördüğüm ve haç şeklinden yontulmuş mermer mezar taşının  ortasında “Ifigenia Amadeo Preziosi” yazılıydı.  Böylece eşinin mezarına ulaşmıştım. Hareket noktam ise, Levant Herald gazetesi oldu. Doğruca o yıllarda İstanbul Belediyesi’ne ait Beyazıt Kütüphanesi’ne gittim. O yıllara ait ciltleri sıra sıra masama getirdiler. Mevsim yaz ve İstanbul cayır cayır sıcaktan bunalmış bir halde. Onlarca sayfayı çevirmeme rağmen saatler sonrasında biraz da isyanla bir deste sayfayı çevirdiğimde bir mucize gibi aradığım sayfayla karşılaştım. Bu sayfada Kont Amadeo Preziosi’nin bir av kazası sonucu kendisini yaraladığı ve yarasının ciddi olduğu yazılıydı.

Benim isyanım ve mutluluk duyduğum anlar ve araştırma özelliğimden bir kesit. Artık sayfaları çevirmeye devam ettikçe Preziosi’nin çok az kalan ömrünün son haberlerine de ulaştım. Bu haberlerde cenazesinin San Stafanos olarak kullanılan adıyla Yeşilköy’de Latin Katolikkilise Mezarlığı’na defnedileceği  belirtiliyordu.  Bir öteki haberde ise defin törenine İstanbul’un tüm ileri gelenlerinin ve yabancı misyonun ve özellikle Levanten ailelerin katılacağı anlatılmıştı.

1972 yılında devam eden çalışmalarım sırasında Preziosi’nin defnedildiği Yeşil Zeytin Sokak’taki Latin Katolik Mezarlığı’nda da hayal kırıklığına uğradım. O yıllarda  bu mezarlık hemen hemen yok edilmişti. Buna karşın demir kapısının yanındaki duvarda burasının bir mezarlık olduğu ve Yeşilköy’lü hayırsever tüccar Dadian tarafından onarıldığı yazılı olan bir mermer kitabe vardı. Demirkapıdan içeri girdiğimde soldaki klübenin önünde yığılmış bir sürü malzeme vardı ki, burası bir depo olarak kullanılıyordu. Mezarlıktaki klübede oturan gençle anlaşarak, otları olabildiğince temizlemeye başladık. Her mezarın kitabesi okunacak hale gelince, onu bırakıp diğerine yöneldiğimizde nihayet bir erik ağacının gölgesindeki Amade Preziosi’nin mezartaşı ortaya çıktı. O anı ben de yanında durarak fotografla tespit ettik. O yıllarda Kodak renkli dia filmle çalışırdım ve bunların banyosu, çerçevelenmesi Kodak’ın İngiltere’deki stüdyolarında yapılırdı.

Oradan doğruca Yeşilköy Latin Katolik Kilise’ne yöneldim. Vakit ikindiye varmıştı kapının ziline bastım. Rahip Antonio ile böylece tanıştım. Bana, sohbetimiz sırasında Preziosi  ve Castelli ailesinin gelini D’Andria’lardan Bayan Rita Castelli’nin Yeşilköy’de yaşadığından bahsetti. Böylece Preziosi ailesinden Türkiye’de hayatta kalan son kuşak Rita Castelli hanımla tanışmak nasip oldu. Evi bir konaktı ve Teyyareci Nuri Bey Sokağı’nın köşesindeydi. Amadeo Preziosi’nin av merakı ile Yeşilköy’ün devrinde ünlü bir av sahası olduğunu böylece öğrendim.

Yeşilköy’deki Latin Katolik kilisesi papazı Rahip Antonio çok yardımcı oldu ve kilise arşivindeki  defterlerden birinde Amadeo’ya ait şu bilgiler tespit olundu: “Registro dei Morti della Prochia dei PP.Capuccini di S.Stefano.1863.”

Çalışmalarımı Amadeo’nun hayattaki akrabalarını arama yönünde sürdürdüm ve az bulunur çiçeklerle süslü, eski ama gösterişi ve güzelliği içinde, günümüzün taş yapılarına alayla bakan bir köşk önünde duraladım. Burası Amadeo Preziosi’nin anılarıyla dolu “Preziosi Av Köşkü” veya günümüzdeki çağrılışı ile “Castelli Köşkü”ydü.



“İstanbul Aşığı Ressam Kont Amadeo Preziosi” başlıklı eserimi  Milliyet Sanat kitapları yayınladı. Ama ben bahriyeli idim…

Evimiz Moda’daydı. Mahalle geleneği içersinde o yıllarda Cumhurbaşkanı olan Amiral Fahri Korutürk ve muhterem eşi Emel Korutürk ailesiyle tanışıyorduk. Onlar bir sokak ötemizdeki Selah Cimcoz Köşkü’nde oturmaktaydılar. Cumhurbaşkanı olunca haliyle Ankara’da idiler. Shell’in İlgi Dergisi’nde Amadeo Preziosi konulu makalem neşredildikten birkaç hafta sonra Çankaya’dan Cumhurbaşkanının eşi Emel Korutürk’ün aradığı belirtildi. Diyordu ki; “Babam Selah Cimcoz’un Moda’daki konağında çocukluğumuzdan beri seyrettiğimiz tabolardan bazıları Preziosi imzalıdır. Size teşekkür ederim. Bu sanatçıyı sayenizde tanımak imkanını buldum.”

Benzer sevecen bir telefon sohbeti ise Gorbon Seramik markasıyla gönüllere taht kurmuş Bedii Gorbon’dan gelmiştir. Çalışmalarım Milliyet Sanat kitapları ve Aksoy Yaycılık tarafından iki ayrıbasım halinde yayınlanmıştır. Çok yıllar sonrasında Erol Aksoy Bey bende Fausto Zonaro konusunda çalışma yapmamı istemişti. Bu sanatçı hakkında isminden başka bir bilgim yoktu. Sonunda benzersiz ve muhteşem bir gerçeğe ulaştım. Bu çalışmalarım hep çok değerli bir sanat tarihçisi olan Erol Makzume ile devam etmiştir.

Ömer M. Koç Bey’in Harem’deki evinde tanık olduğum yaşam dünyasındaki sanata, kültüre olan tutkusunun sonsuzluğunda duyduğum heyecanı tanımlamam imkansızdır. O sırada Sultan II. Abdülhamit’in Saray Başressamı Fausto Zonaro konusunda yakın dostum, arkadaşım Erol Makzume ile ortak çalışma yapıyordum. Ömer Koç bizi bu vesile ile konağına davet etmişti.

Osman Öndeş -Erol Makzume imzalı eserimiz YKY tarafından Türkçe ve İngilizce ayrı baskılar halinde yayınlandı. 3 baskı yapmış ve tükenmiştir.


Osmanlı Devri İstanbul Çeşmelerinin perişanlığı da beni çok üzerdi. İstanbul sokaklarını ayırım yapmadan dolaşmayı çok severdim. Önüne çıkan bir sokağa girer ve merak ile etrafıma bakar bundan memnun olurdum. Bir gün Yıldız Sarayı’ndan çıktım ve arkalardan Beşiktaş’a doğru dik bir yoldan inmeye başdığımda sağdaki bir sokak levhası beni şaşırttı. Levhada “ Akmaz Çeşme sokağı” yazılı idi. O sokağa girdim. Muhteşem ve aynı derece perişan bir Osmanlı Devri Çeşme vardı ve haliyle suyu akmıyordu. Semt insanlarının ilgisizliği ile çöplüğe dönmüştü. Hep fotoğraflarını çektim ve bir makale hazırladım: “Akmaz Çeşme Sokağı”

Şevket Rado bu makalemi Hayat Mecmuası’nda karşılıklı iki sayfa halinde yayınlandı. Bir süre sonra üniversite hocası olan bir komşum, bana “ Prof. Dr. Semavi Eyice ve Prof. Dr. Oktay Aslanapa seninle görüşmek istiyorlar.” dedi. Beyazıt’ta üniversiteye gittik. Biraz sohbet ve bana yönelik itibar dolu sözlerinden sonra ‘Osmanlı Devri İstanbul Çeşmeleri’ konusunda sizin çalışmanızı istiyoruz. Size her türlü desteği sağlayacağız.” dediler.


7 sene Osmanlı Devri İstanbul Çeşmeleri konusunda sokak sokak gezerek halen de erişilmez bir fotoğraflama, kitabe okuma ve mimari yapı özelliklerini içeren 800 çeşmeyi belgelemiş olduk.

Malta Adası’ndan döndükten sonra Meriç Mayın Gemisine komutan olarak atandım. ABD Donanmasından intikal etmiş dört mayın gemisinden biri idi. Çift makineliydi ve manevrasına bayılırdım… Çok iyi bir kaptan olduğumu belirtmeliyim. Ancak artık bahriyeden ayrılmak düşüncesindeydim ve bunu birkaç yerde ifade etmiştim. Meriç Gemisi’yle Çanakkale’ye istasyoner gemi olarak gönderildim. Orada Nara Burnu’ndaki basit bir iskeleye bağladık ve genel uygulamadan farklı olarak orada iki aydan fazla kaldık. O süreçte Gelibole ve Çanakkale Yarımadası’nı kendi otomobilimle karış karış dolaştım.

Devrilmiş, namluları kesilmiş toplar vardı… Bunları korsan birileri oksijenle kesip götürüyorlardı. Hep fotoğraflarını çektim. Kumkale’ye kadar gittim. Orada bir bahriye topçu birliği vardı. Adeta kuş uçmaz, kervan geçmez gibi bir yerdi. Denizin kenarında ve denizden 5-6 metre yükseklikte olan bu binalara su nasıl temin ediliyordu, elektrik nasıl sağlanıyordu. Oranın komutanı olan yüzbaşı elektiriği  birkaç kilometre ötedeki köyden kabloyla çektiklerini söyledi. Suyu da taburun hemen yanındaki Osmanlı zamanından kalmış bir kuyudan sağladıklarını belirtti. Çıkan su rahatlıkla içilebilen bir su idi. Çok şaşırmıştım! Tanık olduğum her şeyi hep fotoğrafladım.
Bu çalışmalarımda Çanakkale ysrımadasındaki I. Dünya Harbi’nde kalan ve o yıllarda çoğu tahrip edilmiş, kesilmiş topların fotoğraflarını ektim ve Hayat Mecmuası’nda yayınladım. Devamında Okmeydanı’nda da çalışamalar yaptım. Okmeydanı’ndaki tüm Nişantaşları ve Menzil Taşları gecekonducuların istilası altında mahvedilmişlerdi.

Hayat Mecmuası’nda “ Okmeydanı’nda Talan Var” başlığı ile bu vahşeti yayınladım.

Okmeydanı’nda gecekondular arasında kalmış bir menzil taşı…

Daha üsteğmen rütbesinde iken ABD’ye Washinton- Msryland’da bir eğitime gönderildim. Bu okulda altı ay eğitim gördük ve okuduk. Buradan da birincilikle mezun oldum. En sağdaki benim. Bu fotoğraftakilerin hiçbiri hayatta değildir…

Zamanla yeniden Gölcük’e avdet ettik ve Mayın Filosu Komutanı beni davet etti. Çok değerli, güleryüzlü bir bahriyeli komutandı. Bana “Mayın Filosu’nun kuruluşunun tarihçe yıldönümü nedeniyle bir program hazırlamamı” emretti. Mayın Filosu’nun tarihini çalıştım. Konuşma yapılacak salonda bir podyum ve bir sahne hazırladım. Mevcut harp sahnelerine ait seslerin olduğu plaklarımı da getirdim ve bir gramafon sağladım. Salon tıklım tıklım dolmuştu. Bir taraftan Çanakkale Destenını anlatıyor ve bir taraftan perdede çektiğim renkli fotoğrafları görüntülüyor ve bir taraftan da plaktan harp sahnelerini seslerini yayıyordum Unutulmaz bir gösteri oldu.

Merak etmek ve araştırma yapmak tutkuma bir örnek  daha vermek istiyorum;                                                        

Türk Deniz Ticareti dünyasında “Ankara Vapuru” bir anlamda efsanedir. Ama görgü eksikliği, Mazi bilincinin gelişmemiş olması nedeniyle bu gemi de Aliağa’da sökülmüş ve gemideki her şey biryerlerlerde yok olup gitmiştir. Ben Ankara Vapuru’nun tüm sofra takımlarını Fenerbahçe’deki bir çayhanede buldum. Defalarca bu
konuda yayın yapmışımdır.

Greenwich’teki Cutty Sark kalyonu müzesinde


İngiltere’de bir taraftan Lloyd’s of London Press adına çalışmalar yaparken, Londra’yı boyandan boya gezer ve müzelere giderdim. Bunlardan biri Greenwich’teki muhteşem Cutty Sark müzesi’dir. Yıllar içinde Norveç’e, İsveç’e, Rusya’ya, Filipinler’e, Japonya’ya, Singapur’a, İtalya, Fransa vs hep seyahatlerimiz oldu. Her seyahatimden dersler çıkarmışımdır.

Bahriyeden ayrılıyorum:

Ve zaman geldi… İsteğe tâbi olarak emekli olmak istediğimi açıkladım. Bir zaman sonrasında artık sivil yaşama dönmüştüm. Askerliğe daima çok derin saygı ve sevgi duydum. Ancak ben hep yazmak, araştırma yapmak isteğime daha özgürce bir ortam aramaktaydım. 1972’de sivil yaşama başladığımda, varlıklı bir aileye mensup değildim ve ailemle sadece emekli maaşımla pek de rahat yaşam sürdürebildik. Bir süre sonra Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’na basın danışmanı gibi bir görevle davet ettiler. Genel müdür benzersiz İstanbul aşığı Av. Çelik Gülersoy idi. Çok yakın dostluklarımız oldu. O yıllarda zaman zaman Osmanlı Devri İstanbul Çeşmeleri konusunda kendi aracımla İstanbul semtlerini, sokaklarını karış karış dolaştım. Bulduğum çeşmelerin fotoğraflarını çektim ve İbrahim Hilmi Tanışık’ın 1942 yılında yayınlanmış İstanbul Çeşmeleri kitabıyla karşılaştırarak ilk tespitlerimi yaptım. Kitabeleri Prof.Dr. Mertol Tulum okurdu. Yedi sene sonunda 800’den fazla Osmanlı Devri İstanbul çeşmesi tespit etmiştim ve bunları hepsinin kitabeleri okunmuştu ve tarihçeleri tamamlanmıştı. O zaman Prof. Dr. Semavi Eyice ve Prof. Dr. Oktay Aslanapa dahil olmak üzere 5-6 büyük dosyada toplanan bu kayıtları Kültür Bakanlığı’na yayınlanması için gönderdik. Hiçbir telif ücreti filan da istemiyorduk. Fakat o yıllarda sağ-sol kavgaları ayyuka çıkmıştı, olumsuz cevap geldi. Ben de dosyaları geri istedim ve TTOK’nın Topkapı Soğukçeşme Sokağı’nda olan İstanbul Kitaplığı’na armağan ettim.

Turgut Özal ile gittiğim Köln Erfstadt’daki Schloss Gracht- Shloss Şatosu bir Üniversite- Sanayi İşbirliği olarak korunmaktaydı.

On yılın sonunda TTOK’dan ayrıldım ve bir süre sonra MESS- Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası bir basın müdürü aramakta olduğundan beni tavsiye etmişler ve orada Basın ve Halkla İlişkiler müdürü olarak göreve başladım. MESS adı altında haftalık bir dergi yayını böyle başlamıştır. MESS’te Türk metal sanayiinin öndegelen ve her biri çok muhterem öncü isimleriyle tanıştım ve beni tanıdılar. Kısa bir süre Turgut Özal da başkanlık yaptı. Çelebi biriydi. Aradan çalışma odama gelir, kahvesini içerken sohbet ederdi. Turgut Bey ile davet üzerine Köln Erfstadt’da Shloss Gracht- şatosunda bir hafta süren bir seminere katıldığımı kaydetmeliyim. Turgut Özal daha o yıllarda çok ilkel olan bilgisayarları ilkokullara kadar yayacağını söylemişti.

II.Dünya Harbi sonrasında Müttefiklerin başkanları Truman, Churchill- Atlee, Stalin  Almanya’da Potsdam Cecilienhof  Şatosu’da toplantılar. Buna “Potsdam Meeting” denilmektedir. Bu toplantılarda Türkiye dahil  dünyanın hemen her gariban veya Almanya, İtalya gibi yenik devletlerin hudutlarını yeniden tayin ettiler ve Türkiye açısından tüm Ege Adaları’nı Yunanistan’a verdiler. Ben bu tarihi olayı Potsdam’a giderek de inceledim ve yazdığım eğer “ Postdam’da Yağma” başlığı ile Altın Kitaplar tarafından yayınlandı.

Kitaplarımı, ve tüm dia koleksiyonumu  yıllar önce Şehir Üniversitesi’ne hibe etmiştim. Şehir Üniversitesi kapanmış ve tüm kütüphane Marmara Üniversitesi’ne devredilmiş… Geçen sene Söyleşi için davet edilmiştim. Haliyle gidemedim ve video gösterisi yapıldı.

Deniz Ticareti Dünyasında

On yılım da MESS’de geçmiştir. Türkiye derin çalkantılar içindeydi ve ben on ok zor yıl çok şeyler öğrendim…Fakat o yıllarda, nasıl, nereden ve niçin aklıma geldiğini bilmediğim bir çıkışla “Türk Deniz Ticareti basında neden devamlı anlatılmıyor?” sorusuna cevap aramaya başlamıştım. Hatta birgün Hürriyet’in Cağaloğlu’ndaki genel merkez binasındaki Genel Yayın müdürü Nezih Demirkent’e gidip düşüncemi açıkladım. Yazılarım nedeniyle tanışırdık. Bana bunu yazılı olarak hazırlamamı önerdi. Birkaç  sayfa yazdım ve bir hafta sonra kendisine bıraktım. Nezih Demirkent bu yazımı Erol simavi’ye ulaştırmış. O da okuduktan sonra “Osman Bey buraya korsanları mı sokacak, olmaz…” demiş! Türk armatörünün izlenimi korsan veya kaçakcı olarak sınırlıydı ve sevimsizdi. Fakat daha sonra Erol Simavi karar değiştirmiş. O sırada yayında olmayan Rapor isimli bir ekonomi gazetesinin de isim ve yayın hakkı Hürriyet’e aitti. Bu gazeteyi yeniden yayınlama kararını vermiş ve o gazetede bir de deniz ticareti sayfası olsun demiş. Müthiş heyecanlanmıştım. Ne var ki hep bir gazete yayınlamak isteyen o yılların önde gelen sanayicilerinden Selahattin Beyazıt, Rapor Gazetesi’nin hakkını Hürriyet’ten satın alınca, her şey başa döndü kaldı. Selahattin Beyazıt da zaten o gazeteyi yayınlamaktan vazgeçti. Bir zamanda sonrasında Nezih Demirkent’in Hürriyet’ten ayrılması istenmişti. Erol Simavi kendisine kıdem tazminatı olarak isim hakkı kendisinde olan “Dünya Gazetesi”ni vermiş.

Bu gazete Cağaoğlu Narlı Bahçe Sokak’ta ve baskı makineleri felaket kötü bir halde idi. İzbe bir binaydı. Nezih Demirkent’i orada ziyaret ettim. Kararsızdı ve günlük gazete yayınlamak bir intihar da olabilirdi. O zaman kendisine Dünya Gazetesini ekonomi gazetesi olarak yayınlamasını önerdim. Aklına yattı, fakat reklama ihtiyacı vardı. O yıllarda Banker Kastelli olarak bilinen Cevher Özden reklamlarını bu çıkacak gazeteye vermeye söz verdiğinden Dünya Gazetesi yayınlanmaya başladı. Ben de hemen hiç bilmediğim deniz ticareti konularında ilk deneysel yazılarımı burada yayınlamaya başladım.

Ufukta İngiltere

Dünya hep kazandı ve sonunda Bağcılar’daki gökdelen binasına taşındı. On yılın sonunda artık bu kez Hürriyet grubunda yayına başlayan Referans Gazetesine kaçışlar başlayınca ben de Referans’ta haftalık deniz ticareti sayfaları yapmaya başladım. Fakat Referans yeterli reklam alamıyordu ve beşinci yılın sonunda kayboldu gitti. Deniz Ticareti konularında Dünya Gazetesi’nde haftada bir yazı yazmam, aynı zamanda Türk deniz ticaret dünyasının beni tanıması olmuştur. Bu ilk yıllarda İstanbul’a gelmiş olan, The Chartered Brokers’s Institute yazarlarından Brian Johnson’a adım ve adresim önerilmiş.

Beni buldu. Kısa zamanda takdir gördüm ve temsilcileri oldum. The Shipbrokers başlıklı aylık dergileri vardı. Artık yola çıkmıştım. Beni bu kez dünya denizciliğinin lider yayıncılarından Greek Londener dedikleri Themistokles Vokos davet etti. Ve böylece Colchester’de yayınlanmakta olan Seatrade Magazine Monthly’nin de temsilcisi ve yazarı oldum. Birkaç yıl sonra dünya deniz ticaretinin en eski yayın grubu Lloyd’s of Londons Press adına davet edildim. Gelmiş geçmiş tek Türk temsilcileri ve yazarları ben oldum. Bir süre merkezleri Colchester’de idi. Sonra Londra’ya taşındılar. Lloyd.’s List, Lloyd’s Ship Manager, ve Sair yayınları için çok büyük itibarım vardı ve eşimle kaç defa İngiltere’ye davet edildik. Gün geldi Themistokles Vokos İstanbul’a geldi ve beni Conrad Hilton Hotel’e davet etti. LLP ile rakip yayın olduklarını ve benim birini seçmemi istedi. Ben nezaketen LLP’yi tercih ettim.

Yıllar devam etti… Bu konuda anlatılması mümkün çok konu var. Ancak elektronik gazete veya yayın devri hızla gelişiyordu. İnternet çağı tüm bu dev yayın gruplarına son verdi ve basılı dergiler, gazeteler kayboldu. Size saydıklarım halen internet yayını olarak mevcuttur. Ben daha sonraki dönemlerde Türk Armatörleri Tarihi konusunda belge çalışmalarına yöneldim. 7 Cilt olan “Türk Armatörleri Tarihi” ve özünde bir lojistik kavramı ifade eden “Vapur donatanları ve Acenteleri Tarihi” bu eserim arasındadır.

Bence bir okur yazar olarak başarıya ulaşmak; Müthiş bir araştırma, sabır, metodoloji demektir. Ancak bir okur yazarın bir sanayici veya tüccar gibi değeri olmadığı
bir dünyada olduğumuzu da hatırlatmalıyım. Ben çok defa “Bedava olur mu?” denildiğine de göğüs germişimdir.

Birkaç değerlendirme yapacağım ve öneride bulunacağım;

1- Gerek Askeri denizcilik ve gerekse Ticareti denizcilik dünyasının gençleri olan zabit namzetleri ve zabitleri en fazla orta halli ailelerin çocuklarıdır. Bir kısmı da fakir ailelerden gelen çalışkan, akıllı, çağdaş gençlerdir.

Denizciliği çoğunlukla ya arkadaşlarından duyarlar veya çağımızda internet ortamında kendilerine bu yolu seçerler.

2- Denizcilik mahrumiyet demektir. Aile yaşamı çok kısıtlıdır ve aile bir anlamda Dul olarak yaşar. Fakat sonunda ticaret bahriyesinde olanlar önemli bir geçim seviyesine ulaşırlar. Askeri Denizcilikte ise, bu ayrılıklar çok daha azdır, ayrılık süreleri çok kısıtlıdır ve aile yaşamları lojman/deniz üssü çevresinde daha dengeli kalır.

Bizim zamanımızda Lojman yani ailelere tahsis edilen evler çok azdı. Şimdi üstler çevresinde donanımlı lojmanlar veriliyor.

3- Stratejiler değişti: Türk Bahriyesinde Marmaris Aksaz Deniz Üssü doğdu. Son derece donanımlı bir yaşam merkezi aynı zamanda… Demektir ki mahrumiyet daha az. Yaşam göreceli olarak daha kolay ve çağdaş bilişim öğrenimleri çok yüksek.

4-Ticaret bahriyesinden gelenler ticaret dünyasını fark ederler ve “Ticaret” bellekleri vardır. Aralarından örneğin makineci olanlardan bazıları kendi şirketlerini
kurarlar, makine bazında dünya genelindeki önemli firmaların temsilcisi olurlar ve bu yoldan da ciddi gelirler sağlayan tüccarlar haline gelirler.

5- Bazıları kendi üretim şirketlerini kurarlar. Çok az sayıdakiler tersane kurmuştur.

6- Güverte olanlardan çok başarılı olanları çoğunlukla armatörlük firmaları kendilerine genel müdür yaparlar. Makine sınıfından da genel müdür olarak çok başarılı hizmetler yürütenler vardır.

Genelde Makineden olanlar makine enspektörü olurlar.

7- Deniz Ticareti dünyasında Deniz Ticaret Hukuku önemli bir pazara sahiptir. Bu alanda uzman olan avukatlar vardır. Haliyle çatma veya anlaşmazlık, hasar davaları önemlidir ve geliri yüksek olur.

Bu tarzda uzman olan bazı hukukçuların kendi ofisleri mevcuttur.

8- Gemilerin gereksinimleri konusunda gemi boyalarının özelliği nedeniyle bu özellikte boya üreten uluslararası fabrikalar ve markalar vardır. Bunları Türkiye’de genellikle Ticaret bahriyesinden gelen güverte veya çoğunlukla makine sınıfından olanlar temsilci olarak firmalar kurmuşlardır. Buradaki temel unsur; görebilmektir.

9- Piri Reis Üniversitesi, İTÜ Denizcilik Fakültesi gibi, Türkiye’de başka başka sahil yörelerindeki üniversitelerde Denizcilik Fakülteleri ve Denizcilik Yüksek Okulları kurulmuş ve başarılı öğrenim yapmaktadırlar. Mezunları “Mahrumiyeti unuturlar ise” gerek Türkiye’de ve gerekse dış ülke denizcilik firmalarından derhal iş bulurlar.

Burada kesmek istiyorum.

Sağlıcakla kalınız.

Osman Öndeş

Related Articles

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir